29 Ağustos 2010 Pazar

İtalyan bruschetta-Julia Child usulü

İnanılmaz bir lezzet, mükemmel bir başlangıç yemeği...
Davetlerde yemek öncesi aperatif olarak sunulması doğru olan. Ancak lezzet sınır tanımayacağı için, dilediğiniz aşamada mutfaktan ortaya getirip o mis gibi kokusu ile davetlilerinizi büyüleyebilirsiniz.
Yapımında bir kaç farklı yöntem var. Öncelikle baston ekmek dediğimiz uzun ekmekleri dilimler haline getirin. Julia Child bunları bir wogta ısıttığı zeytinyağ ve 2 diş ezilmiş sarımdak ile kahverengi olana kadar kızartır ve kenara alır. Diğer yanda bir kasede taze domatesleri doğrar, muhakkak taze fesleğen, şerit şerit kesilmiş kırmızı ve sarı biberler, tuz ve zeytinyağı ile karıştırıp ekmeklerin üzerine paylaştırır.
Ekmekleri fırında kızartıp, üzerine zeytinyağ gezdirdikten sonra sarımsak süren tarifler de mevcuttur. Domatesli karışımı bu aşamada paylaştırırlar.
Lezzette farklı bir şekil için ise önerim şu olacaktır:
Baston ekmekler hazırlanır. Wogun içersinde zeytinyağğı ve sarımsak hafifçe çevrilir ve ekmeklerin üzerine paylaştırılır. Yağın ve sarımsağın bir kısmı tavada bırakılır. İçersine domatesler, sarı ve kırmızı biber şeritleri, eklenir ve 5 dakika sotelendikten sonra ekmeklerin üzerlerine paylaştırılır.
Bu tarifte istenirse peynirde eklenebilir. Özellikle İtalya'da broschettanın her çeşit sebze, veya somon gibi malzemelerle ve aynı yöntemle hazırlanmış şekilleri de mevcuttur.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Matematiğin Gizemi ve Mimar Sinan

Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan on yedisine bastığında, iki kişi onunla evlenmek ister. Mihrimah, yani Mihrü Mah, Farsca’da “Güneş ve Ay” anlamına gelir. Kızla evlenmek isteyenlerin biri Diyarbakır Valisi Rüstem Paşa diğeriyse Mimar Sinan’dır. Padişah kızını Rüstem Paşa’ya verir. Koca Sinan evlidir, ellisindedir ve de Mihrimah Sultan’a deliler gibi aşıktır! Gerçi sevdiğine kavuşamamıştır ama, aşkını, olanca güzelliğiyle sanatına yansıtmıştır. Üsküdar’a, Saray’ın isteğiyle elbet, 1540 yılında Mihrimah Sultan Camii’nin temelini atar ve 1548’de bitirir. Camiyi yaparken, eserine sanki “etekleri yerleri süpüren bir kadının” dış çizgilerini verir. Derken, ilk kez padişah fermanı olmaksızın, Edirnekapı’da, pek kimselerin uğramadığı ıssız ama İstanbul’un en yüksek tepelerinden birine, ikinci bir eser yapmaya koyulur Mihrimah Sultan’a. Cami küçücüktür. Minaresi otuz sekiz metredir, bir adet incecik kubbesi üzerindeyse yüz 61 pencere, camiin iç güzeliğini aydınlatır. İçerdeki sarkıtlar ve minare kenarlarındaki işlemeler Mihrimah Sultan’ın topuklarını döven saçlarını anımsatır insana. İşte, aşka adanmış iki eser. Şimdi, gidin Edirnekapı ve Üsküdar’daki camileri aynı anda görebileceğiniz bi yer seçin. Ve 21 Mart’ta, yani geceyle gündüzün eşit olduğu günde seyreyleyin. Unutmadan, 21 Mart Mihrimah Sultan’ın doğum günüdür. Göreceğiniz manzaraysa şudur mirim: Edirnekapı camiinin tek minaresi ardından tepsi gibi kıpkırmızı güneş batarken, Üsküdar’daki camiinin ardından ay doğar! Mihrü Mah eşittir Güneş ve Ay. Bu nasıl akılları durduran bir hesaplamadır; nasıl bir güzellik anlayışıdır ....

27 Ağustos 2010 Cuma

Yorgun Mayıs Kısrakları-Yılmaz Karakoyunlu

Yılmaz Karakoyunlu’nun bu son romanını koyu bir hüznün lezzetiyle okuyacaksınız. Karakoyunlu, bu defa Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına ve o yılların önemli kişilerinin hayatlarına ışık tutuyor. Her gün can alan verem hastalığının, bitimsiz savaşların, yoksulluk ve yoksunluğun dehşetini içimize salarken, Çakırbeyli Adnan’ın, Üsküplü Yahya Kemal’in, Selanikli Celile ile oğlu Nâzım’ın, Berin’in, Ayhan’ın, Piraye’nin öykülerini olanca açıklığıyla dile getiriyor. Özel yaşamların henüz kamuya mal olmadığı zamanların siyasetle sarmalanmış büyük aşklarıyla gözlerimizi kamaştırıyor. Bütün insanî zaaflarıyla "Gazi Hazretleri"ni, "başvekil"i, "cumhurbaşkanı"nı anlatırken onların nezdinde genç Cumhuriyet’in geniş bir panoramasını da çiziyor. Bugün hâlâ tartışılan “o yıllar”ın en önemli şahsiyetlerini o çok özel koşullarında değerlendiriyor. "Yorgun Mayıs Kısrakları"nın her bölümüne genç şair Nâzım Hikmet ile üstat Yahya Kemal’in şiirleri eşlik ediyor; Çakırbeyli Çiftliği’nin özgürlük simgesi yorgun mayıs atları, kızıla boyalı bir fonda, dörtnala mahşere koşuyor.

Bir kitap: High Tea at the Victorian Room- Jill Jones-Evans/Joe Gambocorta

http://www.amazon.com/High-Tea-at-Victorian-Room/dp/1741109485

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Dekorasyonda iddialı bir renk, mor...




Esprili bir duvar kağıdı, el yapımı.

Duvar kağıdında mor.

Süper zevkli sunum sırları...

Çocukken en sevdiğim tatlı jöleydi. Ama yaşım büyüdüğü halde, gerek sade sunulan, gerekse pastaların üzerinde hayal gibi duran jölelere asla hayır diyemiyorum. Özellikle sıcak günlerde en güzel ikram, mevsim meyvelerini jöle ile karıştırıp şekilli kalıplara dökerek sunmak olacaktır. Aslında basit, ama görünüşü ile gayet iştah açıcı olan jölelerin değişik renkleri de bulunabiliyor.
Ananası ortadan keserek, orjinal görünümlü bir tabak haline getirebilirsiniz. İçine koyacağınız karışık meyveler, tablo görüntüsü verir.

Reçel veya marmelat yaptığınız zaman mutfakta harika görünmeleri için kavanozların kapak kenarlarına rengarenk sutaşları bağlayabilirsiniz. Hediye paketi gibi duran kavanozları yakın dostlarınıza hediye olarak vermek te ideal olacaktır. Karpuz, inanılmaz serinletici bir güce sahip..Tabii iyi çıkarsa. Nihayetinde kapalı kutu...
Kürdan veya çöp şiş çubukları, bahçenizden temin edeceğiniz rengarenk çiçekler, üzüm taneleri, veya yaratıcılığınızın elverdiği sınırsız alternatif ile sıradan bir dilim karpuz, mükemmele dönüşecektir.

24 Ağustos 2010 Salı

Her Şey Sende Gizli-Can Yücel

İnsanız hepimiz...Hiç mi hayal kırıklıkları olmuyor, hiç mi umutsuzluğa düşmüyoruz alabildiğince karamsar...Yaşıyoruz bu ve benzeri duyguları...İsyan ettiğimizde hemen aklımıza "neden ben" sorusu gelir. Bazen de başa gelene inanılmaz, hazmetmek zor olur, acıtır, üzer...
Böyle anlarda Can Yücel'in bu dizeleri beni aydınlatır. Kimbilir, belki de başkalarının da zaman zaman aynı açmazları yaşadığını hatırlatır, ondan güç bulurum...Hayat herşeye rağmen yaşamaya değer. Sabır ise en büyük nimet. Sınanıyor muyuz? Belki de...Zaten yaşam tümüyle bir imtihan değil mi...
Her Şey Sende Gizli
Yerin seni çektiği kadar ağırsın,
Kanatların çırpındığı kadar hafif..
Kalbinin attığı kadar canlısın,
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...
Sevdiklerin kadar iyisin, Nefret ettiklerin kadar kötü..
Ne renk olursa olsun kaşın gözün,
Karşındakinin gördüğüdür rengin..
Yaşadıklarını kar sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna; ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün..
Gülebildiğin kadar mutlusun.
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi,
Sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar inansın.
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer;
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret,
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın.
Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın,
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..
İşte budur hayat!
İşte budur yaşamak,
Bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir,
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli,
Bebek ağladığı kadar bebektir.
Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin...
Can Yücel

22 Ağustos 2010 Pazar

Bodrum'da bir sanat oteli: Casa Dell'Arte-Torba





Otel, Bilinen bütün kalıpların dışında, güzel bir tatil imkanı verirken aynı zamanda tam bir sanat kalesi olarak etkiliyor hatta çarpıyor. Yapı dışarıdan bakıldığında gri taş ve mütevazi bir havaya sahip. İçersindeki sanat eserleri hakkında asla ipucu vermiyor. İçeri girince önce Taç Mahal'i andıran havuz karşılıyor sizi. Devamında modern bir dekorasyon, yoğun bir sanat ve tarih ile yanyana gelerek şaşırtıyor. Hip, uçuk, fantastik. Zaten bunu yaşatmak için tasarlanmış. Sahipleri, köklü aile geçmişlerinde yer alan bütün koleksiyonlarını otele yerleştirmiş. Nuri İyem'ler, Fikret Mualla'lar başucunuzda asılı. Odalarda keskin bir italyan tarzı hakim. Deniz kenarında huzur bahçesi, iskelesinde teknesi mevcut. Bu otele çocuk kabul edilmemesinden dolayı otel sahipleri yan tarafta konsept olarak biraz farklı bir yer daha açtılar. Orada da benzer stil devam ediyor ancak tek fark oraya çocuk kabul ediliyor olması...
Bodrum 7.km, Kilise Mevki, Mutlu Sokak, 48400-Torba-Bodrum-Muğla
(Torba ayırımına saptıktan sonra ilk sağ sokak)

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Bir California evi...

















Alp Alper ile bir kitap: 1000 Feet yukarıdan Türkiye...

Alaçatı

Kekova

"Ne yazık! Vakit de yok kurtarmak için geleceği
Düşünsek bile şimdiden – düşünemiyoruz ya
üstelik ne çıkar bundan ve ne katardı yaşamımıza
Hiçbir şey! Çünkü ne varsa içimizde gelecek için
Sanki bir öyküsü bu, hayatı süslemenin”
(Umutsuzlar Parkı / Edip CANSEVER)

İşte bu dizelerle anlatıyor macerasının hareket noktasını AlpAlper. O aynı zamanda Türkiye'de gerçekleşen bir ilkin sahibi.
Havadan ülkemizin çok özel karelerini fotoğraflamak... Bu çalışmanın sonucu ortaya çıkan "1000 feet yukarıdan Türkiye"kitabı tüm bu fotoğrafları bizlerle buluşturuyor. Bu ilgi alanına başlarken onu tetikleyen unsurlar var.
Alp Alper 1965 yılında doğdu. 1991 yılında İstanbul’a yerleşti. Nisan 1992 yılında Türk Hava Yollarının açtığı sınavları kazanarak Yolcu Hizmetleri Trafik Personeli olarak göreve başladı. Daha sonra THY bünyesinde bulunan “Uçuş Uzmanlığı”( Flight Dispatcher), kadrosuna geçti. Her ay 30-40 saatlik uçuşlara katılan Alp Alper, bu görevler esnasında da pek çok güzelliği havadan detaylı olarak görme şansına sahip oldu. Bu şansını, okul yıllarında hobi olarak başladığı fotoğrafçılık ile birleştirdi. Bu sayede, bir doğa harikası olan İstanbul ve havadan görme fırsatı bulduğu eşsiz güzelliklerin fotoğrafını çekmeye başladı. 1999 yılındaki büyük deprem sonrasında, gönüllülerden oluşan ekibini kurarak " Türkiye'yi Havadan Fotoğraflama” macerasına atıldı. 2000 yılında THY'de ki görevi gereği Atina İstasyon Şefliği görevine atanması çalışmalarına engel olmadı ve ekibiyle birlikte Türkiye'nin dört bir yanında fotoğraf çalışmalarına devam etti. Alp Alper, Türkiye'nin yurtdışında tanıtımlarına katkıda bulunmak amacıyla, "İstanbul " konulu, Atina'da iki, Polonya'da bir Fotoğraf Sergisi açtı. 1996 yılından itibaren Türkiye'de Gezi-Traveler, Gurme, Ulusoy Traveler gibi dergilerde çalıştı. 1999 yılından itibaren ise Yunanistan'da Cosmos Travel ve National Geographic, ardından da 2005 yılında Türkiye ve Polonya National Geographic dergileri ile çalışmaya başladı. 2006 Eylül ayında Yunanistan’daki görevi sona erdiği için İstanbul’a yerleşti. Halen Türkiye ile ilgili üç fotoğraf ve bir belgesel projesini ekibiyle birlikte sürdürmekte...

Ve Alp Alper der ki: Geçmişi Geleceğe TaşımakGeçmiş ve gelecek söz konusu olduğunda, Edip Cansever’in bu dizeleri gelir hemen aklıma. Geleceği kurtarmak için yeterli vaktin olmadığı düşüncesi, beni alır ‘Umutsuzlar Parkı’na götürür. Fakat böyle güzel bir şiir yazılmışsa, boşa geçmemiştir zaman ve geleceği kurtarmak için hâlâ vakit vardır, diye düşünürüm. Bu projeye başlamadan önce beni ve bu projeye gönül veren arkadaşlarımı, izlerken içimizi acıtan orman yangınları, tarihi eser kaçakçılığı, depremler, para hırsı uğruna yapılan tüm tarihi yıkımlar düşündürdü. Bütün bunlar “Birşeyler yapmak gerek” düşüncesiyle bizi tetikledi. Öyle şeyler yapmak istiyorduk ki, sahip olduğumuz bu değerlerin yok olmadan önceki güzelliklerini belgeleyelim, gelecek nesillere sunalım, korunmaları adına ruhlarına kuvvet verelim...

20 Ağustos 2010 Cuma

English Pie-Cottage Pie

Cottage Pie, çok geleneksel bir ingiliz yemeği olmasından dolayı bazen english pie olarak ta anılır. Dana eti kullanıldığı takdirde cottage pie denir.Bazı yerlerde kuzu eti kullanıldığı takdirde adına "shepherd's pie" dendiğine de rastlanmaktadır.
Servis yapılırken taze yeşillikler ve çıtır ekmek ile sunulur.

Öncelikle patatesler iri dilimlenir ve haşlanır. Ateşten alınınca süzülür ve tereyağ, süt, tuz ve karabiber ile bilinen şekilde patates püresi haline getirilir.
Öte yandan tavaya zeytinyağı konur. Soğan doğranır ve pembeleştirilir. Kıyma eklenir. Baharatlar, tuz, biber,küp küp kesilmiş ve önceden haşlanarak hazırlanmış havuç ve bezelye eklenir. Birkaç dakika pişirilir ve kenara alınır.
Bir fırın kabı yağlanır. İçersine bu etli karışım konur. Üzeri tamamen önceden hazırladığımız patates püresi ile kaplanır ve 190 derecede fırına sürülür. 30-40 dakika sonra üzeri kızarmaya başlayınca servise hazırdır. Sıcak ve taze servis edilmesi gereklidir.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Bir arşiv filmi: Something's Gotta Give





Bir süredir ciddi bir DVD arşivine ulaştığımı farketmiş bulunmaktayım. Seyrederken mutlu olduğum, konusunu sevdiğim tüm filmlerin bir DVDsini alıyorum. Fırsat bulduğumda çekmeceyi açıp o andaki ruh durumuma uygun bir tanesini seçip yumuşak koltuğa gömülüveriyorum.

Something's Gotta Give bunlardan biri ve 2003 yapımı. Filmde kullanılan ev, beyaz, aydınlık, huzurlu ve sevimli. Filmi seyreden pek çok izleyicinin ilk planda evden bahsetmesi tesadüf olmasa gerek.

Konunun yazarı veya senaristi Nancy Meyers.
Oyuncular: Jack Nicholson,Diane Keaton, Keanu Reeves, Frances McDormand.
Harry Sanborn sadece 30 yaşın altındaki kadınlarla çıkan müzmin bir bekardır. Son sevgilisi Marin’le annesinin Hamptons-New York’taki kumsal evinde romantik bir haftasonu geçirmek üzeredir ki göğsünde ağrılar başlar. Marin’in başarılı ve boşanmış bir oyun yazarı olan annesi Erica Barry, istemeyerek iyileşene kadar Harry’ye bakmayı kabul eder. Baş başa kaldıklarında, Harry çok doğru nedenlerden ötürü Erica’ya karşı bir çekim hissettiğini fark eder. Harry’nin 30’larındaki seksi doktoru Julian Mercer da Erica’nın peşine düşünce bir romantik kargaşa başlar.
Harry iyileşir iyileşmez evine gider ve eski alışkanlıklarına geri döner. Ne var ki, Erica’ya karşı beslediği hislerin yaşamını değiştirecek çapta olduğunu anladığında, onu geri kazanmak için kendinde büyük değişiklikler yapması gerekecektir.