20 Haziran 2012 Çarşamba

Hayatın değeri, uzun yaşanmasında değil, iyi yaşanmasındadır.Öyle uzun yaşamışlar vardır ki, pek az yaşamışlardır.Doyasıya yaşamak,yılların çokluğuna değil,sizin coşkunuza bağlıdır.

Montaigne
 

16 Haziran 2012 Cumartesi

12 Haziran 2012 Salı

KADINLAR VE BİTMEYEN BUNALIMLARI-ELİF ŞAFAK



Sabahın bir vakti ama saat tam olarak kaç bilmek istemem. Güneş doğmuş, kurulmuş gökyüzündeki tahtına, nasıl da emin kendinden. Kaçıyorum ışınlarından, almayayım mümkünse. Perdeleri çekmişim; dışarısı fazla aydınlık, fazla buyurgan, “fazla” geliyor işte. Otobüsler işliyor, arabalar vızır vızır, poğaçalar çıkmış fırından, ilk çaylar demlenmiş, dumanları üstünde; şehir uyanmış tatlı uykusundan, bense hiç uyumamışım. İnsanlar kendi yolunda, dünya yörüngesinde berdevam, bir telaş içinde koşturuyor cümle âlem, yetişmek mümkün değil; ayak uydurmayı reddediyor bünyem, bedenim. Alerjim nüksetti bugün. Gündelik hayata alerjim var, pul pul kabarıyor tenim, topluyorum elimle dökülen derileri, azalıyorum gram gram. Kapanmışım kozama, tutuyorum dünyayı ensesinden cımbızla, kilitliyorum kiraz ağacından bir sandığa. Oturmuşum bir köşede, çıkmıyorum dışarı inadına. Hüzünlü bir pelerin atmışım omuzlarıma, hüzünden bir pelerin ki rengi mor, dokusu kadife, altında sallanıyorum usulca. Zamanda yolculuğa çıkıyor, kâh büyüyor kâh küçülüyorum. Bir Doğu oluyorum bir Batı. Bir Kuzey oluyorum bir Güney.
Dizlerimde kabuk tutmuş yaralar, çocukken olduğu gibi gene kendimi yoluyorum. Kanıyorum. Eyüp kapıdan kafasını uzatıp bakıyor merakla. “Kahvaltıya gelmiyor musun?” diyor. “Kahvaltı şu anda aklımdaki en son şey.” Gülüyor. “Peki neymiş aklındaki ilk şey?” “Kâinat, yaradılış, var oluş filan...” “Anlaşıldı” diyor, “Bizimki gene bunalımda... Yarasa moduna geçmiş”. Perdeleri açıyor. Sapsarı mutlakiyetçi güneş içeriye akın ediyor. “Nedir derdin?” diye soruyor Eyüp. Yok ki cevabım. Olsa söyleyeceğim elbette. Erkek algısı matematiksel denklemlerle işliyor, formüllere dayalı. Mesela, “sabah sabah yüzü asık ya da anlaşılmaz laflar eden kadın” eşittir “bunun bir derdi var” demek. “Bunun bir derdi var” ise eşittir “en yakın, en akılcı yöntemi bularak sorunu çöz!” demek. Erkek aklı her şeyi somutlaştırıp, kutulaştırıp, elle dokunurlaştırıp, oracıkta çözmek ve yoluna devam etmek istiyor. “Çözecek bir şey yok” diyorum. “O zaman mesele yok demektir” diyor. “Öyle değil işte. Şu anda kendi duygularımı ben de bilmiyorum, keşfetmekle meşgulüm henüz” diyorum.
Turgenyev’i orijinalinden okuyup iki haftada doktora tezi yazmasını istemişim gibi boş bir panikle bakıyor suratıma. “Duygularımı keşfetmeye çalışıyorum” lafı ne kadar da yabancı geliyor erkeklerin kulağına. Halbuki biz hatun taifesi, yaparız bunu, her gün olmasa da zaman zaman, şöyle bir yolculuğa çıkarız kendi içimizde. Depresyon uçurum olur, biz kadınlar çiçek toplarız kenarında, rengârenk demetler yaparız. Depresyon okyanus olur, biz kadınlar deniz kabuğu toplarız kumsallarında, kolye yapıp boynumuza asarız. Depresyon kocaman bir ağaç olur, biz kadınlar afiyetle yemiş yeriz dallarında. Ayaklarımız sallanır boşluğa, ha düştük ha düşeceğiz. Tanımlamam gerekmiyor o uçurumu. Ne de o okyanusu. Ne de o ağacı. Çözmek de gerekmiyor o uçurumu. O okyanusu. O ağacı. “Ağacı çözebilir misin?” diye soruyorum. “Yahu tuhaf tuhaf konuşmayı bırak”diyor. “Hadi gel kahvaltı yap, açlık kafana vurmuş, bir dilim ekmek yersen bir şeyin kalmaz.”Böyle zamanlarda birbirimizi anlamaktan aciziz. Kadın dili ile erkek dilinintercümansız anlaşmaya çalıştığı anlar var. Bu da onlardan biri. Sevgili kocalar, sevgililer, erkek arkadaşlar... Biz kadınlar sizin bilmediğiniz, kavrayamadığınız, zaten bizim dahi anlayamadığımız bunalımlara kapılabiliriz bazı bazı. Sebepsiz, durduk yere. Ne güzel yeriz kendimizi, koparırız tırnaklarımızın kenarlarındaki etleri, ayırırız ruhumuzu lime lime, büyüteçle bakarız yara berelerimize. Böyle durumlarda sizlerden meseleyi çözmeniz değil, sadece dinlemenizdir istenen. “Sorun” değil “hal”dir yaşadığımız. Hal çözülmez. Hal ile hemhal olunur. O da olmadı “hal”e empati duyulur. O da olmadı sempati sunulur. O kadarı yeter zaten. Bir muammadır kadın zihni. Matematiksel formüllere gelmez.

KÖTÜMSERLİĞİ YENMEK İÇİN 9 TAVSİYE

 
 
 
1- Uğraştığın konuya başarısızlık beklentisi...yle ne kadar yaklaşırsan, kötü beklentinin gerçekleşme ihtimali o kadar yüksek olur. Bu sebeple pozitif gücünün farkına varmalı ümit ve iyimserliğin başarıyı çektiğini unutma!

2- Kötü tecrübelerinde bile olumlu yön bulmaya çalış. Bu sayede iyimser ve dinamik davranacağın için başarı ihtimalini yükseltirsin.

3- Başarısızlıklarına mizahi yönden bakmayı dene. Mizah gücü negatif olayı ve bundan kaynaklanan kötümserliği daha rahat yenmeni sağlar.

4- Problemlerin hakkında çözüm yollarını düşünürken negatif çıkmazları hayat etmek yerine etkili çözüm üretebilmek için var gücünü kullan.

5- Her durumda hangi tutumun pozitif etkiyle bağlantılı olabileceğini bulmaya çalış. Böylece başarıların yavaş yavaş oluştuğunu göreceksin. Bu, özgüvenini sağlamlaştıracak.

6- Kendini muhtemel hayal kırıklıklarından koruma dürtüsüyle ortaya çıkan ''zorunlu kötümserliğin'' tuzağına düşürme. Bu zayıf tarafınla mutlaka savaş.
7- Problemlerin çözümünde yaptığın hataların sayısını değil, doğru çözüm alternatiflerinin sayısını bul. Hep hatalarınla uğraşmak cesaretini kırar ve problemler karşısında özgüveninin azalmasına yol açar.10 problemin 5'ini doğru, 5'ini de yanlış çözdüysen; 5 doğru çözümün var demektir, 5 hatan değil.

8- İyimser insanlarla bir araya gelip onların tutum ve davranışlarını gözlemle. Gözlem yaparak iyimser yaklaşımı öğrenebileceğin gibi bilinçdışı düzlemde iyimserliğin sana da bulaşmasına izin vermiş olursun.

9- Kötümserliğin fıtri(yapısal) olmadığını hatırlat kendine. Diğer öğrenilmiş temel özellikler gibi kötümserlik de ruhtan atılarak yerine doğru öğrenim, yani iyimserlik yetiştirilebilir. Bütün bunların gerçekleşebilmesi için 2 şey lazım:

 ** En başta, inan.

** Birazcık çaba göster. Yani anlatılmak istenen şu: Yaşanan durum ne olursa olsun karamsarlığa kapılıp hayattan kopma. Yoksa sana ''Olur, olmayacak şeylerin hayalini kur ve gerçeklemeni bekle!'' demiyoruz!

11 Haziran 2012 Pazartesi

7 Haziran 2012 Perşembe

Rivayet odur ki, ünlü Fransız gastronom Jean-Anthelme Brilliat-Savarin, 1826’da son nefesini vermeden önce şöyle demiş: “Sonumun geldiğini hissediyorum. Çabuk bana tatlımı, kahvemi ve içkimi getirin.”



Tüm dünyaya yayılmış meşhur tiryakilerinin olduğu içeceklerin başındadır kahve. Her ülkede de ayrı bir kültürel geçmişe, hatta mitolojiye sahiptir. Zaten bu mitolojisi yüzünden de ritüelle içilir. Her tiryakinin kendi âdeti vardır kahve mevzu bahis olunca...
‘Gönül ne kahve ister ne kahvehâne, gönül ahbâb ister kahve bahane’, sözü ise bu topraklarda kahveye nasıl bir bakış açısıyla yaklaşıldığının en güzel ispatıdır belki de. Dostluk, arkadaşlık, sohbet, muhabbet gibi keyifli birlikteliklerin içilen kahve etrafında oluştuğunu en güzel anlatan sözdür. Bütün klişelerden uzak samimiyetiyle. Bu sayededir ki, ülkemizde, uzak diyarlardan gelmiş olmasına rağmen, sosyal uyumun, toplumsallığın keyfi olur. Kahve sadece içecek olarak varlığıyla değil, kahvehaneleriyle de Türkiye’de önemli bir kültürel yere sahiptir. Osmanlı İmparatorluğu’ndan bugüne kadar, bilhassa cumhuriyetin ilk yıllarında kahvehaneler aydınların, yazarların, düşünürlerin bir araya geldiği, tartıştığı, fikir alış verişinde bulunduğu mekânlar arasında başı çeker. İkbal, Küllük derken birçoğu Türk edebiyatının önemli eserlerinde, şiirlerde mekân bile olmuştur. Son yıllarda Türk kahvesi ile ilgili brifingler düzenlenirken, Türk Kahvesi Kültürü ve Araştırmaları Derneği gibi oluşumlar aracılığıyla daha bilinçli etkinlikler ve yayınlar da gerçekleşiyor. Bir fincanının 40 yıl hatır sahibi olduğu kahvenin, bilhassa Türk kahvesinin tüm yönleri son haftalarda yayımlanan iki kitapla daha detaylı olarak ele alınıyor.
Çoğunlukla edebiyat çalışmalarıyla bildiğimiz Beşir Ayvazoğlu, Kapı yayınlarından
çıkan incelemesi ‘Kahveniz Nasıl Olsun?’ isimli kitabında, Türk kahvesinin kültür tarihini; edebiyat eserlerinden ve tarihi belgelerden yola çıkarak örneklerle açıklıyor. Editörlüğünü Emine Gürsoy Naskali’nin yaptığı ve Türk  Kahvesi Kültürü ve Araştırmaları Derneği’nin desteği ile YKY tarafından yayımlanan ‘Kahve-Kırk Yıllık Hatırın Kitabı’ da kahvenin ve kahve kültürünün oluşumunu, gelişimini, yaşadığı değişimleri uzmanların konuyla ilgili incelemelerini bir araya getiriyor. İki kitap da, otuz iki kısım tekmili birden kahvenin efsanevi dünyasını gözler önüne seriyor...


Kahveniz Nasıl Olsun?
Şeyhülislâm yasak ister kahve bahane
Günün birinde Tophane Limanı’na birkaç gemi yanaştı. Yıl 1543’tü. Birkaç gemi diyoruz; çünkü Kâtip Çelebi Mizânü’l-Hak’ta tek gemiden değil, gemilerden söz eder. Yemen’den çuvallar dolusu kahve getirdiği tesbit edilen bu gemiler, yine Kâtip Çelebi’nin yazdığına göre, Ebussuud Efendi’nin fetvasıyla tek tek delinerek yükleriyle birlikte batırıldı. Kolayca fetva verebildiğine göre, Şeyhülislâm’ın kahveyi bildiği, hattâ belki de tattığı farz edilebilir. Kahve tiryakilerini herhalde çok üzen bu fetvadaki yasaklama gerekçelerinden biri; kahvenin kömürleşinceye kadar kavruluyor olması, diğeri insanların bir araya gelerek, meyhanelerde yapıldığı gibi fincanı elden ele devretmek suretiyle içtikleri için ahlâksızlığa yol açma tehlikesi taşımasıdır.


Kahve İstanbul’a geldikten sonra başlayan tartışmalar Türk şiirine de yansımıştır. Eski divanlar dikkatle taranırsa, kahve ve kahvehanelerin aleyhinde bulunan şairlerle kahve içmekten zevk alan ve kahvehaneleri zariflerin toplanma yeri olarak gören şairler arasında sürüp giden bir çatışmanın varlığı hemen fark edilecektir. Belîğî, kahvenin İstanbul’da yeni yeni tanındığı zamanlarda yazdığı ‘kahve’ redifli gazelinde, kahvenin hakkını teslim ediyorsa da, Anadolu’ya gelinceye kadar Mısır, Halep ve Şam’ı gezen bu fitneci ve sıcakkanlı güzele şarabın kadehini elinden alıp ayağını buralardan kestiği için öfkeliydi; onu müşteri kızıştırmakta usta bir kadına benzetiyordu.

Türk kahvesindeki lezzetin sırrı kavrulma şeklinde ve derecesinde gizlidir. Yeterince kavrulmaz veya aşırı kavrulup kömürleşirse lezzetinden ve kokusundan çok şey kaybeder. Bütün kahve çekirdeklerinin eşit düzeyde kavrularak renklerinin altın sarısına dönüşmesi önemlidir; bunun için tavanın ateş üzerinde sürekli hareket ettirilmesi yahut bir araçla sık sık karıştırılarak alt üst edilmesi gerekir.

Malik Aksel, bir yazısında Ayasofya Muvakkithanesi’nin önündeki açık hava kahvesinin müdavimi kahvecileri tasvir eder. Nargilesini fokurdatan bir tiryaki, kahvesini getiren çırağı ‘Ben sana demedim mi kahvenin köpüğü çatlak olmayacak diye? Götür bunu, yenisini getir, haydi durma!’ diye azarlayarak geri çevirmiştir. Bir başka tiryaki, tam tersine köpüksüz çok kaynamış kahve ister; çırak ondan da kahveyi taşırdığı için azar işitecektir. Başka bir tiryaki kahve ocağına girer, cezvesini çırağa gözü önünde yıkatır; çünkü cezvenin şeker kokmasına tahammülü yoktur. Kızgın külde pişmiş kahve ısmarlayanı da vardır, kahvesinin bol, suyunun az olmasını isteyen de...
Adı konmamış biçimde Takvim-i Vekâyi ile birlikte payitaht’ın sivil kurumları arasında yerini alan kıraathanenin modern anlamda yapılanması, kültür kurumlarında yenilikler getiren ve kütüphanecilik anlayışında modern ilkelerin benimsendiği Tanzimat döneminde tamamlanmıştır. Önce Viyana ve Paris’teki benzerlerine öykünmüş dekorlarıyla duvarları aynalarla süslü, sandalye ve masalı kahveler açılmış ve Kâtibim türküsünde geçen kolalı gömlekli ve setreli İstanbul beyleri bu kahvelerde toplanmaya başlamıştı. Abdülaziz devrinde gazete yayımcılığının artmasıyla bu süslü kahvelerden bir kısmı kıraathane adını kullandılar.

Muhteşem yüzyılda kahve
Kanuni Sultan Süleyman; sarayda, kahve hazırlamak ve sunmak ile kahve takımı eşyalarından sorumlu kahvecibaşılık görevini ilk tahsis eden padişahtır ve kahve ikramının zamanı ve merasiminin nasıl yapılacağını kaydettirmiştir. Sultan II. Abdülhamid döneminde de devam eden kahvecibaşılık görevi sadece padişah için değildi. Valide sultanın, yetişmiş olan şehzadelerin, Darüssaade ağasının, sadrazamların da özel kahvecibaşıları vardı. Padişah sefere gideceği zaman, hususi bir hayvan kahve takımlarını taşırdı.

Kahve kutularının sırrı
Kahve kutuları salt kahveyi muhafaza eden eşyalar olmayıp güzelliği ile kahvenin alameti farikası olurken, konaklar ve evler için ekonomik ve toplumsal konumlarını dışa vuran itibar malzemeleri haline gelmiştir. Sedirin altında bulunan; değirmen, kahve kutusu, cezve ve fincanlardan oluşan kahve takımının içine konulduğu, üstü örtülü seleyi misafirlerinin gözü önünde çıkaran bir ev hanımı için, diğer kahve malzemelerinin yanı sıra, değerli ve güzel bir kahve kutusu, şüphesiz toplumsal konumunu belirtir bir nesne olarak görülürdü.